Deyimelr ve açıklamaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deyimelr ve açıklamaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2015 Perşembe

H-I HARFLERİYLE BAŞLAYAN DEYİMLER

Haddine mi düşmüş!: “Onun bunu yapmaya yetkisi yoktur; böyle bir işe nasıl, hangi yetenekle girişir? Bu işi yapması imkânsızdır” anlamında kullanılır.“Haddine mi düşmüş ki ona söz söyleyebilsin.”
Haddini bildirmek: Yetkisi dışındaki işlere karıştığı için sert bir karşılık vererek onu cezalandırmak, yola getirmek, uslandırmak, yetki sınırını bildirmek.“Haddini bildirin şu serseme de bir daha onun bunun malına el uzatmasın.”
Haddini bilmek: Kendi değer ve yeteneğini bilmek, üstün görmemek, kendi yapabileceği şeylerin ötesine geçmemek.“Merak etme sen, o haddini bilen bir çocuktur.”
Haddi zatında: Aslında.“Haddi zatında sen ona hakkını vermemiştin ki!”
Hafife almak: Küçümsemek, önem vermemek,“Beni hafife alıyorlar ama yanılıyorlar.”
Hak getire: “Yoktur, bulunmaz, Allah vermemiştir” anlamında kullanılır.“Öyle bir diyardayız ki su ve yiyecek Hak getire.”
Hak kazanmak: Davasında haklı olduğu meydan çıkmak, emeğinin karşılığını alabilecek duruma gelmek.“Emekliliğe yedi yıl sonra hak kazanacağım.”
Hakkı geçmek: 1. Birisinin payından bir başkası almış olmak. 2. Bir şeyde veya bir kimsede emeği bulunmak.“Komşumun çok hakkı geçmiştir bana, onunla mutlaka helâlleşmeliyim.”
Hakkından gelmek: 1. Güç bir işi başarı ile sonuçlandırmak. 2. Öç almak, yenmek veya cezasını vermek.“Siz onu bana bırakın, hakkından gelmesini bilirim.”
Hakkını helâl etmek: Geçen hakkını, emeğini bağışlamak.“Annem inşallah hakkını helâl eder bana.”
Hakkını vermek: 1. Bir şeyin lâyıkıyla yapılması için ne gerekiyorsa ondan kaçınmamak. 2. Birinin çalışmasını gereğince değerlendirmek, hakkı olan şeyi vermek.”Çalıştırdığın kişinin hakkını vermek zorundasın.”
Hakkını yemek: Birinin hakkı olan şeyi vermemek, onu kendisine maletmek.“Dürüst ol, milletin hakkını yeme, yoksa boğazında kalır.”
Hakk-ı sükût (sus payı): Bir konu üzerinde konuşmaması, bildiği şeyi söylememesi karşılığında bir kimseye sağlanan yarar.
Hak yolu: Cenab-ı Allah`ın insanlara kitapları ve peygamberleri ile bildirdiği, dünya hayatında tutmaları gereken yol, yaşama düzeni, doğru ve haklı yol.
Hâlden anlamak: Bir kimsenin içinde bulunduğu zor durumu kavrayarak, anlayıp sezerek hoşgörülü olmak, anlayış göstermek.“Dedem hâlden anlayan birisidir, bize iyi davranacağına eminim.”
Hâle yola koymak: Düzenlemek, tertiplemek, iyi işler bir duruma getirmek.“Hele şu işleri bir hâle yola koyalım, o zaman tatilini de düşünürüz.”
Hâli vakti yerinde: Zengin, oldukça varlıklı, para durumu iyi.“Hasan efendiler mi? Hâli vakti yerinde insanlardır onlar.”
Halis muhlis: Saf, katışıksız, temiz, eksiksiz, içinde yabancı madde bulunmayan.“Halis muhlis bir zeytin yağı satarız biz.”
Halka verir talkını kendi yutar salkımı: Kendi verdiği öğütlere kendisi uymaz.
Hallaç pamuğu gibi atmak: Bir arada, toplu bulunan şeyleri ya da kimseleri dağıtmak, parçalamak; bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak.”Sizin takımı hallaç pamuğu gibi atacağız sahadan.”
Halt etmek: Yakışıksız davranmak, uygunsuz bir söz söylemek veya kötü bir şey yapmak.“Halt etmişsin, bir de utanmadan anlatıyorsun.”
Ham ervah: Çiğ adam; yersiz ve yakışıksız sözleri, davranışları olan kaba kimse.
Hangi dağda kurt öldü?: Kendisinden hiç umulmayan, beklenilmeyen bir kimsenin olumlu davranışı görüldüğünde; “Nasıl oldu da böyle güzel bir iş, bir iyilik yaptı?” anlamında söylenir.
Hangi rüzgâr attı?: “Nasıl oldu da gelebildin? Hiç görünmüyordun, sen de gelir miydin?” anlamında, uzun süre bir yerde görünmeyen kimse için kullanılır.
Hangi taşı kaldırsan altından çıkar: 1. Hemen her işte parmağı vardır. 2. Her işten anlar, her işe karışır ya da her işten anladığı izlenimi verir.
Hanım evlâdı: Nazlı büyütülmüş, zora gelmeyen, çıtkırıldım kimse.“Amma hanım evlâdıymışsın, çekil şuradan ben yaparım.”
Hapı yutmak: Kötü bir duruma düşmek, zarar ve ziyana uğramak.“Hapı yuttuk desene!”
Haram olmak: Bir şeyden gerektiği gibi yararlanamaz olmak.“Senin yüzünü görmek bana haram oldu.”
Haram para: Dinî bakımdan yasaklanmış yollardan elde edilen para.“Haram parayla ekmek alınmaz.”
Haram yemek: Dinî inançlara aykırı olarak kazanç sağlamak, haksız olarak bir şeye el atmak.“İnsan ol, haram yemek insana kâr getirmez.”
Harfi harfine: Tastamam, uygun, tıpatıp, gerçekte olduğu gibi.“Söylediklerimi harfi harfine yerine getirdin mi?”
Har vurup harman savurmak: Hesapsızca, düşüncesizce harcamak; malını, parasını ölçüsüzce, bol bol harcayıp tüketmek.
Hasret çekmek: Özlem duymak, epeydir ayrı kaldığı yere ya da kimseye kavuşma isteği içinde olmak.“Yıllardır yurdumun hasretini çekiyorum.”
Hasret gitmek: Özlediği, sevdiği bir yere ya da kimseye kavuşamadan ölmek.
Hasret kalmak: Özlemini duyduğu şeye uzun zaman kavuşamamak.“Hasret kaldım gözlerinin rengine.”
Hastası olmak: Bir şeye çok düşkün olmak.“Bizim oğlan köpek hastası, hiç kapıdan eksik etmiyor.”

F-G HARFLERİYLE BAŞLAYAN DEYİMLER

Fellik fellik aramak: Telâşla, hemen her köşeye bakarak heyecanla aramak.“Bütün her yeri fellik fellik aradım ama bıçağı bulamadım.”
Felsefe yapmak: Olayların sebep ve sonuçları üzerine kendince birtakım soyut düşünceler ileri sürmek.
Fena etmek: Kötü duruma düşürmek, işini bozmak, zor durumda bırakmak, dövmek.“Biraz daha konuşursan seni fena edeceğim.”
Fener alayı: Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları gösteri.
Feragat sahibi: Gönlü tok, özveri gösterebilen, fedakârlık yapabilen.
Fermanlı deli: Deli olduğu herkesçe bilinen, zır deli.“Halk bu ülkeyi fermanlı delilerin eline bırakmayacaktır.”
Ferman dinlememek: Kural, yasa, söz dinlememek; hiçbir yerden buyruk almamak.“Âşığın gönlü ferman dinlemez oldu.”
Fesat kumkuması: Tamamiyle kötülük düşünen, insanları birbirine düşürecek işler yapan, ortalığı karıştıran.
Fırıldak çevirmek: Düzen kurmak, hileli iş görmek.“Yine ne fırıldak çeviriyorsun sen?”
Fırsat düşkünü: Çıkar sağlamak, kötülük yapmak için fırsat kollayan kimse.“Fırsat düşkünü insanlardan nefret ederim.”
Fikir almak: Birinin düşüncesinden yararlanmak.“Fikir alınacak insanlar konularında bilgili kişiler olmalı.”
Fikir vermek: 1. Bir konuda düşüncesini bildirmek. 2. Bir konuda yol gösterici bilgi edinmek.“Nasıl yapmalıyım? Bana biraz fikir versenize.”
Fikir yürütmek: Bir konu üzerinde kendi düşüncesini söylemek, tahminlerde bulunmak.“Bu konuda fikir yürütmek işime gelmiyor.”
Fincancı katırlarını ürkütmek: Zararı dokunacak bir kimsenin hoşuna gitmeyen bir davranışta bulunmak.“Kaymakamla konuşurken dikkatli ol, fincancı katırlarını ürkütme sakın!”
Fink atmak: Hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek, şurada burada oynayıp zıplamak.
Fiskos etmek: Birilerinin bulunduğu bir yerde birkaç kişi gizlice ve alçak sesle konuşmak.“Utanmıyor musunuz bu kadar kişi içinde fiskos etmeye?”
Fitil olmak: 1. Çok içip sarhoş olmak. 2. Aşırı ölçüde kızmak.“Fitil oluyorum şu adamın hareketlerine!”
Fitne sokmak: İnsanları birbirine düşürecek, aralarını bozacak davranışta bulunmak, sözler sarf etmek.
Fiyat biçmek: Bir şeyin değerini belirlemek, para karşılığını tespit etmek.“Bu malın fiyatını biçmek o kadar kolay değil.”
Fiyatı dondurmak: Fiyatın yükselmesini önlemek, fiyatların olduğu gibi kalmasını sağlamak.“Belediye et fiyatlarını dondurmaya yanaşmıyor.”
Fiyat kırmak: Fiyatı birilerinin verdiğinden az vermek, fiyatı düşürmek.“Müteahhitlerden ikisi anlaşarak ihalede fiyat kırma yoluna gittiler.”
Fol yok yumurta yok: Ortada (bir konu ile ilgili) hiçbir belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşmek.“Henüz ortada fol yok yumurta yok, sen adama para ödemeye kalkışıyorsun.”
Fondip yapmak: İçeceği bir dikişte, bir solukta içmek. “Kardeşimle her sabah bir bardak sütü fondip yapıyoruz.”
Fora etmek: Açmak, çözmek.“Bütün yelkenleri fora ettik.”
Formül bulmak: Bir çözüm, işi çözümleyecek çıkar yol bulmak.“Sabahtan beri bir formül bulmaya çalışıyorum, sense yatıyorsun!”
Forsu kalmamak: Sözü geçmez olmak; bir konuda saygınlığı, gücü kalmamak.“Adamları arasında da forsu kalmayacak onun.”
Foyası meydana çıkmak: Yalanı, dolanı, hilesi, kötü niteliği, kusuru ortaya çıkmak.“Yakında onun da diğerleri gibi foyası meydana çıkacak.”
Fukara babası: Yoksulları koruyup gözeten, onlara yardım elini uzatan, elden geldiğince yardım etmeyi seven kimse. “Çok malı yoktu ama fukara babasıydı, kaç kişiye yardım etti.”
Funda demir etmek: Demir atma komutu vermek.“Körfeze iyice girince kaptan funda demir edin dedi.”
Fütur getirmemek: Bezginlik getirmemek, umutsuzluğa düşmemek.“Sakın fütur getirme, göreceksin başaracağız.”

D-E Harfleriyle ile Başlayan Deyimler

D Harfi ile Başlayan Deyimler

Dağ devirmek: Çok zor görünen işleri başarmak.“İşi ondan iyi kimse yapamaz, ne dağlar devirdiğini bilsen şaşarsın.”
Dağ doğura doğura fare doğurdu: Önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir sonuç çıkması durumunda söylenir.
Dağa çıkmak: Eşkıya olmak.
Dağa kaldırmak:  Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak. “Eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar; ne istedikleri henüz belli değil.”
Dağarcığına atmak: Yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri zihnine yerleştirmek.“Öğrendiği her yeni bilgiyi dağarcığına atmayı ihmal etmedi.”
Dağdan gelip bağdakini kovmak: Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak.“Şu densize bak hele, dağdan gelip bağdakini kovuyor!”



E Harfi ile Başlayan Deyimler

Ecel aman verirse: Ölmezsem, ömür yeterse.“Ecel aman verirse torunumu da görürüm.”
Ecel teri dökmek: Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak.“Köprüden geçerken ecel terleri döktüler.”
Eceli gelmek: Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek.“Herkesin eceli gelecek ve bu dünyadan göçecek.”
Eceline susamak: Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek.“Bırak o silâhı elinden, eceline mi susadın sen?”
Eciş bücüş: Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan.“Eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı.”
Edebiyat yapmak: Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek.“Edebiyat yapmaya amma da meraklı bir insanmış.”

Efkâr dağıtmak: Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak.“Sahile efkâr dağıtmak için inmiş olmalı.”
Eğri (gözle) bakmak: Kötü düşünce besleyerek bakmak.“O, hiç kimseye eğri gözle bakmazdı.”
Ekmeğinden etmek: İşinden çıkarmak veya atmak.“Adamı durup dururken ekmeğinden ettiler.”
Ekmeğine yağ sürmek: Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek.“O işi bana vermemekle yabancıların ekmeğine yağ sürdün sen.”
Ekmeğini kazanmak: Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmak.“Kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o.”
Ekmeğini taştan çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak becerilikte olmak, her türlü işi yapmak.“Ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta gecikmedi.”
Ekmek elden su gölden: Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.
Ekmek kapısı: Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri.“O dükkân benim ekmek kapım, asla satmam, satamam onu!”
Ekmek parası: Kazanç, geçinmek için kazanılan para.“Ekmek parası kolay kolay kazanılmıyor.”
Eksik gedik: Ufak tefek ihtiyaçlar.“İkramiye ile eksiği gediği kapadılar.”
Ekşi yüz: Somurtkan, asık yüz.“Onun ekşi yüz göstermeye hakkı yoktu.”
El açmak: 1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için yalvarmak.“İhtiyarlayıp da el açacağı hiç aklına gelmemişti.”
El altından: Kimsenin haberi olmadan, gizlice.“Parayı el altından verdi.”
El atmak: 1. Bir işe girişmek. 2. Birisinin işine karışmak.“Üstüne vazife olmayan işe el atma sakın!”
El ayak çekilmek: Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek.“Bu iş ancak el ayak çekildikten sonra yapılır.”
El basmak: Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant içmek.“Kur’ân’a el basarım ki bu işi ben yapmadım.”
El çabukluğu: 1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme.“Adamın cebinden el çabukluğu ile cüzdanı çekiverdi.”
Elde avuçta bir şey kalmamak: Parasını, malını, tüm varlığını harcayıp bitirmiş olmak.“Elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını şaşırdı.”
Elde etmek: 1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi yanına çekmek.“Onun gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma.”
Elde kalmak: 1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. Harcanandan arta kalmış olmak.“Şu kasadaki üzümler elde kaldı.”
Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek): Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek.“Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin.”
Elden çıkmak: Malı olmaktan çıkmak.“O arsa elden çıktığı için üzüldüm.”
Elden düşme: Az kullanılmış.“Elden düşme bir araba aldı.”
Elden ele dolaşmak: Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline geçmek.“Elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı.”
Elden geçirmek: Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek.“Yaptığın işi bir daha elden geçir.”
Elden gitmek: Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak.“Bütün mal mülk bir hiç uğruna elden gitti.”
Ele almak: 1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek.“Konuyu yeni baştan bir daha ele alalım.”
Ele avuca sığmamak: 1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek.“Sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun meğer.”
Ele geçirmek: Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak.“Şu toprak parçasını da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir.”
El elde baş başta: 1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi.“Alışverişten el elde baş başta döndü.”
Elekten geçirmek: Titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayırmak.“Şu dosyayı bir daha elekten geçirin.”
El ele vermek: Güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak.“Bu ödevi ancak el ele verirsek yapabiliriz.”
El emeği: 1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan çalışmanın karşılığı.“El emeğinin karşılığı değildir bu para.”
Ele vermek: Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak.“Katili ele vermeyi kafasına koyarak sokağa çıktı.”
Eli açık: Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen.“Eli açık olan insanları severim.”
Eli ağır: 1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan.“Eli o kadar ağırmış ki enseme gülle düştü sandım.”
Eli altında olmak: 1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak.“İyi bir usta, araç ve gereçlerinin elinin altında olmasını ister.”
Eli ayağı buz kesilmek: 1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek.“Haydi elimiz ayağımız buz kesmeden girelim içeri.”
Eli ayağı tutmak: İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak.“Çok şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor.”
Eli bayraklı: Kavgacı, şirret, edepsiz.“Onun eli bayraklı bir kadın olduğunu daha yeni anladınız.”
Eli bol: Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan.“Duyduğumuza göre Hasan Çavuş eli bol bir insanmış.”

Ç Harfi ile Başlayan Deyimler

Ç Harfi ile Başlayan Deyimler

Çaba göstermek: Bir işi başarmak için uğraşmak, kuvvet harcamak. “Çaba göstermeden amacına ulaşamazsın.”
Çağ açmak: Yeni bir gidişin, tutumun öncüsü olmak; evrensel bir gidişe yol açmak. “İstanbul’un fethiyle yeni bir çağ açıldı.”
Çakar almaz: İşe yarar gibi görünse de aslında yararsız, bozuk olan. “Çakar almaz bir tabancayla bizi korkutacağını sanmıştı.”
Çakı gibi: Canlı ve atik, çevik. “Çakı gibi delikanlı olmuş.”
Çalımından geçilmemek: Çok kibirli, kurumlu olmak; büyüklük taslamak, gösteriş yapmak. “Adamın çalımından geçilmiyor, ona laf anlatmak çok zor.”
Çalım satmak (caka satmak): Büyüklük taslamak, kurularak davranmak.

Çalıp çırpmak: Eline ne geçerse (az ve çok) çalmak, bu yolla kazanç sağlamak. “Yoksul kalınca çalıp çırpmaya başladı.”
Çam devirmek: Farkında olmadan karşısındakini kıracak ya da kötü bir sonuca yol açacak söz söylemek, davranışta bulunmak. “Onun da çam devirmede üstüne yok hani.”
Çam yarması: İri gövdeli insan.
Çanak tutmak (açmak): 1. Söz ve davranışlarıyla kavgaya, kargaşaya yol açmak. 2. Dilenmek. “Onun bu işe çanak tutmasına fırsat vermeyeceğim.”
Çanak yalayıcı: Dalkavuk, çıkarı için dalkavukluk eden. “Çanak yalayıcılar gün geçtikçe artıyor.”
Çan çan etmek: Gerekli gereksiz sürekli konuşmak, yüksek sesle devamlı gevezelik etmek. “Başımda ne çan çan edip duruyorsun, kes artık şu sesini.”
Çanına ot tıkamak: Bir daha sesini çıkaramayacak, kötülük edemeyecek bir duruma sokmak. “Elbet sizin de çanınıza ot tıkayacağım gün gelecek.”
Çantada (torbada) keklik: “Ele geçirilmesi o kadar kesin ki elde edilmiş sayılır” anlamında kullanılır. “Beni çantada keklik sanıyor ama yanılıyor.”
Çaptan düşmek: Önceleri iyi olan durumu sonradan bozulmuş olmak; çalışma gücü, verimi tükenmiş olmak. “Adamın bir ayda çaptan düşeceğini sandılar.”
Çar çur etmek: Gereksiz, lüzumsuz yere harcayıp tüketmek. “Paranı sakın çarçur edeyim deme.”
Çarıklı erkânıharp: Daha ziyade öğrenimi olmayan ama kafası çalışan, kurnaz ve uyanık köylüler için şaka yollu kullanılır.
Çark etmek: Dönmek, geri dönmek. “Birkaç adım sonra çark ediniz.”
Çarkına okumak: Bozmak, çalışamaz hâle getirmek, zarar vermek; birine büyük kötülük yapmak. “Eline alır almaz saatin çarkına okudu.”
Çarşamba pazarı: Her şeyi açıkta olan, karmakarışık yer. “Etrafı çarşamba pazarı gibi yapmış çocuklar.”
Çarşaf gibi: Dalgasız, dümdüz ve durgun. “Deniz çarşaf gibiydi.”
Çat kapı: Aniden, beklenmedik bir anda. “Oturuyorduk, çat kapı çıkageldiler.”
Çat pat: 1. Ara sıra. 2. Yarım yamalak, biraz. 3. Vakitli vakitsiz, uygunsuz zamanlarda. “Çat pat okuması var diye mektubu ona uzattılar.”
Çayı görmeden paçaları sıvamak: Ham hayaller kurmak; henüz zamanı gelmediği hâlde yapılacak bir iş, meydana gelebilecek bir olay için hazırlıklara girişmek. “Durun bakalım hele, çayı görmeden paçaları sıvamayın, bir haber ulaşsın önce.”
Çehre züğürdü: Çirkin, suratsız, yüzü yakışıksız. “Oğlanı çehre züğürdü bir kızla evlenmek zorunda bıraktılar.”
Çekeceği olmak: Çok acı çekeceği, sıkıntıya gireceği bir iş ya da durumla karşılaşacağı sezilir olmak. “Öyle anlaşılıyor ki bu çavuştan çekeceğimiz var.”
Çekidüzen vermek: Karışıklığı, dağınıklığı, başıbozukluğu gidermek. “Kendine bir çeki düzen vermelisin artık.”
Çekip çevirmek: Yönetmek, düzene sokmak, hâle yola koymak, çalışmasını sağlamak. “Tek başıma bu işi çekip çeviremem ki!”
Çekip gitmek: Savuşmak, bırakıp gitmek, kimseye danışmadan ayrılmak. “Aradığını bulamayınca çekip gitti.”
Çekirdekten yetişme: Bir işi küçük yaştan, çıraklıktan başlayarak öğrenme ve o işte ustalaşma. “Ali, çekirdekten yetişmiş bir marangozdu.”
Çekişe çekişe pazarlık (etmek): Bir malı ucuza almak, ya da pahalıya satmak için titizce uzun süre yapılan pazarlık. “Babam çok istediği atı alabilmek için, atın sahibiyle çekişe çekişe pazarlık etmeye başladı.”
Çelme takmak: 1. Ayağını bacağına geçirerek yıkmaya çalışmak. 2. Bir işin gelişmesini engellemek veya bir kimsenin iyi yürüyen işini bozmak. “Sakin sakin giden arkadaşını çelmek takarak yere düşürdü.”
Çene çalmak: Gevezelik ederek, çok konuşarak vakit geçirmek. “Komşu kadınları çene çalmaya bayılırlar.”
Çenesi düşük: Geveze, çok konuşan, gereksiz şeyler söyleyen. “Senin kadar çenesi düşük bir adam daha görmedim.”
Çenesi kuvvetli: Söylemekten yorulmayan, söylediği sözlerle kendisini dinletmesini bilen. “İyi hatip, acaba çenesi kuvvetli hatip midir?”
Çene yarıştırmak: Karşılıklı gevezelik etmek, boş konuşmak. “Sizinle çene yarıştırılmaz doğrusu.”
Çetele tutmak: Hesap tutmak amacı ile bir yere çizgiler çekmek. “Ahmet amca, veresiye verdiği mallar için çetele tutmaktan usanmıştı.”
Çetin ceviz: 1. Kırılması zor, kabuğu sert ceviz cinsi. 2. Yola getirilmesi, yenilmesi zor rakip; başarılması güç iş. “Şimdi anlıyordu rakibinin ne deneli çetin ceviz olduğunu.”


GOOGLE ARAMALARI:Ç Harfi ile Başlayan Deyimler,DEYİMLER SÖZLÜĞÜ,Deyimelr ve açıklamaları,deyimelrin anlamları,B Harfi ile Başlayan Deyimler

C Harfi ile Başlayan Deyimler

C Harfi ile Başlayan Deyimler

Cadı kazanı (gibi): Fesadın ve dedikodunun çok olduğu, herkesin birbirine düştüğü, türlü düşmanlıkların kaynaştığı, hile ve düzenlerin kurulduğu yer. “Mahalle bir anda cadı kazanı gibi kaynamaya başladı.”
Caka satmak: Çalım satmak, gösteriş yapmak.“Caka satmayı bırak da işine bak.”
Cambul cumbul: Pek sulu, suyu bol (yemek için). “Yemek cambul cumbuldu ama lezzetli olmuştu.”
Can alıcı yer (nokta): Bir şeyin en önemli, en çarpıcı yeri. “İnsan sağlığı, eğitim ve kültür konularının en can alıcı noktası, ekonomidir.”
Can atmak: Çok istemek, çok arzulamak. “Babası ile parka gitmek için can atıyor.”
Can borcunu ödemek: Ölmek. “Beni korkutamazsın, bir can borcum var, onu da öder kurtulurum.”

Cana yakın: Sevimli, sokulgan, insana pek sıcak davranan. “Ne cana yakın bir insanmış meğer.”
Can baş üstüne: İstenilen, arzu edilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını anlatır. “Can baş üstüne efendim, kasabaya varınca onu hemen göreceğim.”
Can çekişmek: Ölmek üzere bulunmak. “Yanına vardığımızda hayvan can çekişiyordu.”
Can damarı: Bir şeyin en önemli noktası, en mühim unsuru; bir şeyin yaşaması için en önemli araç.“Babam evin can damarıdır.”
Can damarına basmak: Bir işin en önemli noktası üzerinde durmak, ya da bir şeyin en duyarlı noktasını açığa çıkarmak. “Adamın en sonunda can damarına bastılar, zararı da kendileri gördüler.”
Can dayanmamak: Bir acı, üzüntü, sıkıntı ve istek karşısında direnme gücü kalmamak; dayanıklılığı yitirmek. “Yıllarca uğraşıp didinip yaptığı ev bir anda kül oldu, buna can mı dayanırdı?”
Can düşmanı: Öldürmeyi bile düşünen, aşırı kin ve düşmanlık besleyen, dost olmayan. “Can düşmanları etrafında cirit atıyorlardı.”
Can evi: 1. Yürek. 2. En duyarlı bölge. “Onları can evlerinden vurmaya yemin etti.”
Can evinden vurmak: En etkileyici, en can alıcı yönden saldırmak; bir daha yaşama imkânı kalmayacak şekilde vurmak. “Onları can evinden vurmalıyız ki bir daha bellerini doğrultamasınlar.”
Can havli ile: Ölüm korkusundan kaynaklanan güçlü bir tepkiyle (bir eylem yapmak). “Silâh sesini duyunca can havli ile yerinden fırladı.”
Can kalmamak: Gücü, kuvveti kesilmek; bitkin bir duruma düşmek. “Daha fazla yürüyemeyeceğim, can kalmadı bende, siz gidedurun.”
Can kaygısına düşmek: Her şeyi bırakıp, içine düştüğü tehlikeden varlığını kurtarma ve koruma çabasında olmak. “Ortalık birbirine girip silâhlar patlamaya başlayınca can kaygısına düştü zavallı kadın.”
Can kulağıyla dinlemek: Kendini vererek, büyük bir dikkatle dinlemek. “Babasının söylediklerini can kulağıyla dinlemeye başladı.”
Can pazarı: Herkesin kendi canının kaygusuna düştüğü ve kendi canını kurtarmaya çalıştığı tehlikeli bir durum, yer. “Ortalık toz dumandı; haykırışlar, inlemeler ortalığı çınlatıyordu; insanlar can pazarının tam ortasındaydılar.”
Can sağlığı: Esenlik, kişinin sağlıklı olması. “Ne demeli canım kardeşim, inan bundan ötesi can sağlığı.”
Can sıkıntısı: Yapılacak iş ve bir şeyle oyalanma imkânı bulamamaktan duyulan tedirginlik, içine düşülen bunalım. “Bütün gün evde oturuyor, can sıkıntısından ne yapacağımı bilemiyordum.”
Can vermek: 1. Ölmek. 2. Ruha güç vermek, yaşar duruma getirmek. 3. Bir şeyi çok ister olmak. “Adam bir kurşunda can verdi.”
Can yakmak: 1. Üzmek, acı vermek. 2. Zulmetmek, eziyet etmek. 3. Bir kimseyi büyük zarar ve ziyana sokmak. “Şu hareketlerinle canımı yakıyorsun.”
Can yoldaşı: Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse. “Her insanın bir can yoldaşına ihtiyacı vardır.”
Cana can katmak: İnsanda yaşama sevincini artırmak; insana neşe, heves ve iç gücü vermek. “Ah o cana can katan yaylaya bir daha çıkabilsem.”
Cana minnet (bilmek): İhtiyacı olduğu hâlde arayıp da bulamadığı şeylerden saymak. “Yalnızca su mu? Canıma minnet, çabuk ver.”
Canı burnuna gelmek: Bir şey yaparken çok zorluk çekmek, bunalmak. “Kömürü taşıdım ama canım da burnuma geldi.”
Canı (gönlü) çekmek: Bir şeyi istemek, istek duymak, çok arzulamak. “Şimdi o yeşil eriklerden olsa da yesek, öyle de canım çekti ki.”
Canı çıkmak: 1. Ölmek. 2. Çok yorulmak. 3. Çok yıpranmak. “Onu razı edinceye kadar canım çıktı.”
Canı gitmek: Önem ve değer verdiği, beğendiği bir şeye zarar gelecek diye çok korkmak, kaygılanmak.“Araba çizilecek diye canı gidiyor.”
Canına değmek: 1. Çok hoşlanmak, yararına yapılan işten ötürü çok sevinmek. 2. Ruhu şad olmak.“Büyükannenin canına değsin, ikramın bizi oldukça sevindirdi”
Canına kıymak: 1. İntihar etmek, kendini öldürmek. 2. Acımadan öldürmek. 3. Kendini yoracak, yıpratacak kadar iş görmek. “Komşunun kızı canına kıymış.”
Canına okumak: 1. Bir kimseye büyük bir zarar vermek, kötülük etmek. 2. İyi bir şeyi kötü hâle getirmek, heder etmek, harcamak. “Yeni aldığım oyuncağın canına okudu bir günde.”
Canına tak demek: Sabrı kalmamak, bir sıkıntıya dayanamaz duruma gelmek. “Canıma tak dedi artık, ya yaptıklarına son verirsin ya da burayı terk edersin!”
Canına yandığım (yandığımın): Kimi zaman sevgi ve hayranlık, kimi zaman da kızgınlık ve öfke gibi duyguları anlatmak için kullanılır. “Canına yandığımın adamı, bizi saatlerce bekletti bu soğukta.”
Canına yetmek: Bezmek, bıkmak, bir zorluğa dayanamayacak duruma gelmek. “Canıma yetti artık bu işi yapmayacağım.”

EĞİTİMDE BÜYÜK ADIM

sinavdonemi - -
Derslere Yardımcı site www.sinavdonemi.blogspot.com